Her 12 EYLÜL bana, Türkiye demokrasi tarihine kara bir sayfa açan 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yol açtığı acı ve zulüm günlerini hatırlatıyor.
Her 12 EYLÜL bana, sağcısıyla solcusuyla gözaltına alınan 650 bin insanımızın yaşadıkları acı anıları duyumsatıyor.
Her 12 EYLÜL bana,İşkencede yaşamını yitiren, sakat kalan, intihar süsü verilerek öldürülen, kendisinden haber alınamayan, vurularak sahipsiz mezarlara gömülen, asit çukurlarında yok edilen, yaşı büyütülerek asılan, yurdunu yuvasını terk eden, kafayı yiyip deliren, en güzel yıllarını cezaevlerinde işkence içinde geçiren on binlerce insanımızın hüznünü ve acısını tekrar yaşatıyor.
Anılarımı paylaşarak unutulmasın istemediğim şey; insanların onurunu ve itibarını ayaklar altına alacak kadar alçalan 12 Eylül anlayışı, gözaltındakilerin ve tutuklulukların bedenleri üzerinde her türlü maddi manevi işkenceyi deneyerek bir insanlık suçu işlemiştir, bu!
Bu insanlık dışı baskı ve zulmü ülkemiz insanına reva gören askeri darbenin başı Kenan Evren; yaşamları bitiren, hayatları karartan bunca zulümden ‘hiç pişmanlık duymadığını’ söylemişken;
Haydi geleneğe uy.. Kenan Evren’in arkasından rahmet oku, güzel şeyler söyle!
Kim bu insanlık suçuna ortak olmak ister ki.. 35 yıldır halkımız üzerinde karabasan gibi duran 12 Eylül sürecinin, ülkemizdeki her aileden en az bir kaç kişiye çektirdiği inanılmaz zulüm ve acı; belleklerde hâlâ tazeliğini korurken…
12 Eylül ile yaşanan baskı ve zulüm, ülkemizi o kadar derinden etkiledi ki; 10 binlerce akademik makale ve gazete yazısına, binlerce hikâye ve yüzlerce romana konu oldu.
Daha bir o kadar çok yazılacak bilimsel makale, köşe yazısı, hikaye ve roman var. Önümüzdeki yıllarda, yeni yeni tanımaya başladığımız çağdaş demokratik değerlerin ışığında kayıtlara düşecektir, diye düşünüyorum.
Çünkü; o günü yaşamış, acı hatıraları içinde tutan, zulme tanıklık yapacak daha birçok insanın olduğuna inanıyorum. Sürekli güncel ve siyasal konularda yazan biriyim. Böyleyken benim bile, 12 Eylül 1980 günü sabahı Finike’de ilk gözaltına alınan kişi olarak anlatacak o kadar çok tanıklığım ve yaşanmışlığım var ki; henüz yazıya dökülmedi.
Yeri gelmişken, gözaltına alınışımı ve gözaltında yaşadıklarımı kısaca hikâyesini paylaşmak istiyorum.
12 Eylül 1980 sabahı kalkıp, penceren dışarı baktığımda sokaklarda garip bir sessizlik olduğunu fark ettim. Göz göze geldiğimiz, karşı evin penceresinden dışarı bakan komşum.. etrafı kuşkulu bir şekilde gözetledikten sonra işaretle televizyonu açmamı söyledi.
Televizyonu açtım, daha ne olduğunu anlayamadan evimin önünde, arkası açık, üzerinde dört askerin bulunduğu bir aracın acı bir firenle durduğunu gördüm.
Aldıkları komut üzerine, aceleyle arabadan atlayan dört asker, çatışma konumuna getirdikleri silahlarıyla evin etrafını sardılar. Ön kabinden çıkan iki polis, ellerindeki sten tabancalarla eve daldılar, bulunduğum odaya, eller tetikte, oldukça sert ve ürkütücü bir sesle “kımıldama” diye bağırarak girdiler. Ne var, ne oluyor demeye kalmadan “Seni almaya geldik, çabuk elbiselerini giy gidiyoruz.” dediler. Annem ve babam korkmuşlardı. Bir köşeye çekilmişler, ürkek gözlerle bana bakıyorlar, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bu arada annem “oğlumu nereye götürüyorsunuz” diye bir hamle yaptı ama üzerine gelen silahın dipçiğini görünce geri çekildi.
Kollarıma giren iki polisin arasında dışarı çıkarken, polisin bir tanesi anneme ve babama dönerek, acıma duygusu tonu taşıyan bir sesle “Askeri darbe oldu, oğlunuzu almamız emredildi, olay bu.” dedi.
Türkiye Öğretmenler Birliği (TÖB-DER) yönetici olmanın bedeli olarak daha önce birkaç kez gözaltına alınmıştım, bir defasında da tutuklanıp cezaevine konmuştum. Bunlar kolluk ve adli korkutmaca amacını taşıdığından, alışıktım ve her seferinde takipsizlik kararıyla serbest kalmıştım.
Ama bu yakalama çok farklıydı. Sorularıma yanıt verilmiyor, sanki esir alınmış gibi muamele görüyordum.
Askeri aracın arkadaki açık bölümüne, komşuların pencerelerden şaşkın ve ürkek bakışları altında bindirildim. Evi saran dört asker, çatışma olmadan görevlerini başarıyla tamamlamanın huzuruyla, beni aralarına alacak şekilde araca bindiler.
Araç hareket etti. Askeri pikap, sokağa çıkma yasağı nedeniyle başka araç ve insanların olmadığı mahalle yollarında, kapı önlerinde duran insanların meraklı bakışları arasında ilerliyordu. Nereye gittiğimizi bir türlü kestiremiyordum. Şehrin hemen hemen tüm sokaklarından geçtik.. benim dışımda başka kimseyi almadılar.
O zaman anladım ki, şehrin sokaklarında, beni Finikelilere, kafese kapatılmış bir vahşi hayvan gibi teşhir etmek amacıyla gezdiriyorlar.
Bir taraftan belirsizlik beni tedirgin ediyordu, diğer taraftan bir yaratık gibi; tanıdık, tanımadık Finikelilere, ‘karşı çıkarsanız sizi de böyle yaparız’ mesajı veriliyordu. Böyle bir teşhir onurumu ve itibarımı yaraladığı için içimi acıtıyor, kahroluyordum. Çünkü bunu hak ettiğime inanmıyordum.
Teşhir tamamlandıktan sonra Finike İlçe Jandarma Komutanlığı’na getirildim. Kemerim çıkarıldı, üzerimde metal aksamlı ne varsa alındı ve 5 metrekare olduğunu sandığım, tavana yakın küçük bir penceresi bulunan gözetim odasına kapatıldım.
Kısa bir süre sonra TÖB-DER yönetiminde olan Arif Gönen, Naim Değirmenci oğlu, İzzet Akgül ve ardından Mustafa Akküçük’ü getirildiler. Gözetim odasında 5 öğretmen olduk ve hepimiz de Finike TÖB-Der Yönetimini oluşturan isimlerdik. Öğretmen arkadaşlarla bir kişi daha getirilmişti. O da Ülkücü Gençlik Derneği ( ÜGD) yöneticisi olan gencin adı Bayram Üner’di
Ona, ‘seni niye getirdiler’ diye sordum. “Bilmiyorum abi, evin önünde oturuyordum, baktım bir askeri araç önümde durdu. Araçta komünistleri gördüm. Yaşasın, asker memleketin komünistlerini toplamış, götürüyor, diye sevindim. Komutan, ‘Bayram Üner’i tanıyor musun’ dedi. Hazırola geçip, ‘Benim Komutanım’ dedim. Komutan sert bir şekilde ‘alın bunu da arabaya’ dedi ve beni buraya getirdiler.”
O gün çıkan fırtına nedeniyle gece teknelerinin halatlarını kontrol için sokağa çıkma yasağına muhalefet eden balıkçılardan Fethi Avşar da yakalanarak karakola getirildi. Gözetim odası önünde, direnince, kıçına yediği tekmeyle üzerimize yığıldı. Neden getirildiklerini bilmeyen dört beş kişi daha ilave olunca, 5 metre karelik gözetim odasında 11 kişi olduk. Nezarette oturacak yer kalmadı, o gün beton üzerinde balık istifi yatarak, geceyi geçirdik.
İnsani ihtiyaçtan kaynaklı taleplerimiz karşısında en ağır aşağılayıcı sözler duyuyor ve küfürler yiyorduk.
Diğer getirilenlerle Karakolda gözaltı için yer kalmadığı için bazılarını İl Jandarma Komutanlığı’na götürdüler.
Ülkenin her yerinde yaşanan, sağcı, solcu, ortacı, ülkücü, sosyalist, komünist her kesimi hedef alan gözaltıları, içinde bulunduğumuz ortamı da dikkate alarak o gün arkadaşlarla yorumladığımızda; darbenin Türkiye karşı, emperyal çıkarlar için Türk ordusu kullanılarak yapıldığı sonucuna varmıştık.
Aradan geçen 35 yıllık süre, bizim naçizane tespitimizi doğruladı ve Kenan Evren, mahkum oldu.
Oldu ama;
O bir kuklaydı ipleri emperyalistlerin elinde olan...
Mesut Karakoyunlu