Doğa insan olmadan da varlığını kendi düzenini kendi oluşturarak sürdürebilir. İnsan... Doğa olmadan yaşayabilir mi?
Bu nedenle doğayla barışık bir yaşam tarzı sürdürmemiz gerektiğini düşünmüşümdür hep.
Doğa cömerttir, ne isterseniz verir, koşulu; yüz binlerce yılda oluşturduğu düzeni bozmayacaksın, ihtiyacından fazlasını tüketmeyeceksin!
Tecrübeyle sabit; insan eliyle bozulan doğa düzeni, insana felaket olarak geri dönüyor, yaşadıklarımız kanıtı.( Önce Giresun’da son günlerde Kastamonu Bozkurt'ta olduğu gibi)
Ülkemizde bu gerçeği görmezden gelenlerin, insanlara yaşattıkları sıkıntı, kayıp ve acı saymakla bitmez.
Dere yataklarındaki kontrolsüz yapılaşma, yapılaşmayla birlikte dere yapısını bozan HES inşaatları, Heslerin molozlarının dere yataklarında oluşturduğu setler öyle yoğunlaştı ki, derelere sadece normal zamanlardaki akışı kadar geçiş alanı kaldı.
Düzensiz yağışların arttığı son yıllarda, taşkın ve sel sularının tahliyesini sağlayan mecra, binalarla, moloz bentleriyle engellendiği için biriken suların şiddetlenen öfkesi; ev, araba büyük ve küçükbaş hayvan, insan demeden sürükleyerek büyük felaketlere yol açmaya başladı.
Bile bile felakete lades demek, fıtratla, kaderle açıklanabilir mi?
Doğa bir kitap ama okumasını bilene…
Kendi aile geçmişimden aktarılarak bize ulaşan bir tecrübeyi paylaşarak ne kadar doğa cahili olduğumuzu göstermek istiyorum.
Yıl 1880... Aydın yöresinde bir Karakoyunlu yörüğü obası… Obanın bir üyesi olan dedem, 15 yaşlarında yeni yetme bir ergen. Obabeyi Hacı Abdullah da babası…
Yaşanan bir olay, bu yörük obasının Aydın’dan Teke bölgesine göçü zorunlu kılıyor.
Kışa yakalanmadan, belirlenen bölgeye varmak için göç hazırlıkları başlıyor.
Kıl çadırlar, kap kaçak, yatak yorgan, hayvancılıkla ilgi ne varsa develere yükleniyor. Keçi ve koyun sürüleri hazırlanıyor, görev dağılımı yapılıp, bir sonbahar günü erkenden, tanımadıkları bir güzergâhta, bir eşeğin rehberliğinde, yola koyuluyorlar.
Yaklaşık iki buçuk ay süren yolculukla, aşılması zor belleri geçip, bugünkü Finike Akçalan mevkiine ulaşıyorlar. Oradan da Alakır vadisine iniyorlar.
Oba oluşturmadan önce vadide buldukları uygun bir alan üzerinde hayvanları üç gece konaklatıyorlar. Bu sürede hayvanlarda bir huzursuzluk olup olmadığı gözleniyor.
Hayvanlar rahat ve huzurlu... Oba burada kurulabilir kararı veriliyor.
Topraktan öğrenenlerin yaptıkları bir uygulama bu.
Çadırların kazıklanması sırasında açılan çukurlardan çıkan taşları gören Hacı Abdullah, dedemin de içinde bulunduğu obanın gençlerine “Durun!” der. “Neden?” diye sorulunca, “Buranın sahibi var, biz buraya oba kuramayız.” der. Gençler şaşkın, “Ne sahibi? Burada kimse yok ki.” derler. Obabeyi eline aldığı taşları göstererek, “Bu taşlar sizlere bir şey söylemiyor mu?” der. Gençler suskun, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Obabeyi “Buranın asıl sahibi deredir. Elimdeki çakıl taşları da bunun delilidir. Bugün dere buradan akmıyor olabilir, yarın ne olacağını kimse bilemez.”
Çevreyi gözleriyle tarayan Hacı Abdullah bir süre sessiz kalır ve derenin karşı yakasında, Salur tarafında, bugün Gökburun olarak bilinen yüksekçe bir yeri işaret eder ve “obayı oraya taşıyoruz.” der. Yükler Gökburun’a taşınır, çadırlar dikilir, ağıllar çevrilir, zahmetli bir uğraştan sonra kışlak yaşamı başlar.
Kış gelmiştir, yağışlar her geçen gün Alakır’ın suyunu yükseltmektedir. Yoğun gök gürültüsüyle karışık bakraçtan boşalırcasına yağan yağmur öyle artar ve dere öyle yükselir ki, oba kuracakları ilk yer tamamen suların altında kalır, taşkın ne var ne yok her şeyi önüne katıp, denize doğru sürükler.
Gökburun’dan Alakır deresinin uğuldayarak akan öfkesini izleyen Hacı Abdullah, etrafına toplanan, hayretler içinde vahşi taşkını izleyen gençlere bir şey söylemez, doğa kitap olmuş zaten her şeyi anlatıyor.
Hayatları, doğa ile iç içe olan göçerlerin yaşamı, doğadan öğrenmeleri bu olsa gerek!
Mesut Karakoyunlu
Y. Yaşanmışlıklara TANIKLIK adlı kitabımdan alıntı.