Her 24 Nisanda olduğu gibi emperyal ülkelerin elinde koz olarak kullanılan Ermeni Soykırımı iddiası, soykırım olarak ABD Başkanı Biden tarafından ifade edilince bu yıl da alevlendi.
Bir yıldır uyuttuğumuz konuda karşı atağa geçerek, acılar yarıştırmaya başladık, din ve ırk üzerinde söylemlerle haklılık üretmeye, meşruluk yaratma yarışına girdik.
Bu tip savunma mekanizmalarıyla Türk halkının alnınan sürülen ve orada kalması istenen soykırım lekesinden kurtulmamızın mümkün olduğuna inanmıyorum.
Çünkü bu tartışma ayrımcılığı tetikleyen, düşmanlaşmayı besleyen ırk ve din enstrümanları üzerinden yapılmaktadır. Ermeni diasporası da aynı enstrümanlarla soykırım iddiasını gündemde tutmaktadır.
Soykırım iddialarının dayandırıldığı 1915 tehcirinin yaşandığı dönemde, coğrafyadaki halkların çektikleri acıların kökeninde stratejik ve politik emperyal çıkarlar yattığını anlatabilmek için önce insan diyen bir üçüncü yola ihtiyacımız var.
Bu üçüncü yolu açmak için sadece tarihçiler değil, kültür ve sanat insanlarımızın da sanatın diliyle bu konuyu işlemeleri gerekiyordu.
Ne yazık ki, bu başarılamadı. Irkçı ve dinci söylemlerden ürken bazı yazar ve çizerlerimiz bile soykırım tezinin arkasında yer aldılar.
Nazım Hikmet, yurt dışında hainlik yaftasıyla yaşarken, Batı sanat ve düşün dünyasında, bu konu açıldığında, 1915 tehcirinde yaşananları bir soykırım olarak ifade edilemeyeceğini hep söylemiştir, bu iddialarına karşı…
Bu yaklaşımı bazı Batılı aydınlarca da yadırganmıştır.
Nazım'ın bu fikri hiç değişmemiştir, hatta bir şiirinde;
Bakkal karabetin ışıkları yanmış / affetmedi bu ermeni vatandaş / Kürt dağlarında babasının kesilmesini / fakat seviyor seni çünkü sen de affetmedin / bu karayı sürenleri Türk halkının alnına" diyerek bu iddiayı Türk halkının alnına sürülen bir leke olarak ifade etmiştir.
Emperyalist ülkelerin politik çıkarlarına hizmet ettiği sürece;
bu tartışmalar daha çoook su götüreceğe benziyor.
Bilmiyorum.
Başka ne diyebilirim ki!
Ben de Nazım gibi düşünüyorum.
Mesut Karakoyunlu