Doğa bizlere sürekli uyarı mesajı çekiyor, geçen yıllarda Düzce örneğinde, bugünlerde Rize ve Artvin de görüldüğü gibi... Biz ne demek istediğini hala anlamak istemiyoruz.
Bir tarafta küresel ısınma ve değişen ve aşırılaşan hava şartları, diğer tarafta yeşili ve doğanın düzenini bozan betonlaşma, yaşanacak yeni felaketlerin altyapısını oluşturmuyor mu? Aşağıdaki yazımı, hırsımıza kurban ettiğimiz aklımız yerine gelir mi bilmiyorum ama... Yaşadığımız her felaketten sonra paylaşmaya devam edeceğim. Konuyu, aile geçmişimde yaşanmış bir deneyimle besleyen yazıyı Okumanızı öneriyorum. Doğayı kitap gibi okuyan göçerlerin tecrübelerinden faydalanabilmek için...
M.K.
DOĞA BİR KİTAP; OKUMASINI BİLENE…
Doğa insan olmadan da varlığını kendi düzenini kendi oluşturarak sürdürebilir. İnsan... Doğa olmadan yaşayabilir mi?
Bu nedenle doğayla barışık bir yaşam tarzı sürdürmemiz gerektiğini düşünmüşümdür hep.
Doğa cömerttir. Ne isterseniz verir, koşulu; yüz binlerce yılda oluşturduğu düzeni bozmayacaksın, ihtiyacından fazlasını tüketmeyeceksin!
Tecrübeyle sabit; insan eliyle bozulan doğa düzeni, insana felaket olarak geri dönüyor, yaşadıklarımız kanıtı.
Bazı ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de bu gerçeği görmezden gelenlerin, insanlara yaşattıkları sıkıntı, kayıp ve acı saymakla bitmez.
Ne var ki, ülkemizde, köyden kentlere göçün arttığı 70’li ve 80li yıllarda konut talebini karşılayamayan yerel yönetimler, beceriksizliklerini oy avcılığıyla birleştirip, dere yataklarının iskânına göz yumdular. Vatandaş, sahipsiz sandığı dere yataklarına, elindeki son paraları harcayarak başını sokacak konutları yapmaya başladı.
Dere yataklarındaki yapılaşma, zaman içerisinde öyle yoğunlaştı ki, derelere sadece normal zamanlardaki akışı kadar geçiş alanı kaldı.
Düzensiz yağışların arttığı son yıllarda, taşkın ve sel sularının tahliyesini sağlayan mecra, binalarla engellendiği için biriken suların şiddetlenen öfkesi; ev, evcil ve küçükbaş hayvan, insan demeden sürükleyerek büyük felaketlere yol açmaya başladı.
Bile bile felakete lades demek, fıtratla açıklanabilir mi?
Doğa bir kitap ama okumasını bilene…
Kendi aile geçmişimden aktarılarak bize ulaşan bir tecrübeyi paylaşarak konuyu biraz daha açmak istiyorum.
Yıl 1880... Aydın yöresinde bir Karakoyunlu yörüğü obası… Obanın bir üyesi olan dedem, yeni yetme bir ergen… Obabeyi Hacı Abdullah da dedesi…
Yaşanan bir olay, bu yörük obasının Aydın’dan Teke bölgesine göçü zorunlu kılıyor.
Kışa yakalanmadan, belirlenen bölgeye varmak için göç hazırlıkları başlıyor.
Kıl çadırlar, kap kaçak, yatak yorgan, hayvancılıkla ilgi ne varsa develere yükleniyor. Keçi ve koyun sürüleri hazırlanıyor, görev dağılımı yapılıp, bir sonbahar günü erkenden, tanımadıkları bir güzergâhta, bir eşeğin rehberliğinde, yola koyuluyorlar.
Çünkü eşek; arazi eğim algısı güçlü olan, dağlık ve engebeli arazilerde hayvanların düşüp telef olmaması için dengeyi bozmayacak güzergâh belirleyebilen tek hayvan.
Yaklaşık iki buçuk ay süren yolculukla, aşılması zor belleri geçip, bugünkü Finike Akçalan mevkiine ulaşıyorlar. Oradan da Alakır vadisine iniyorlar.
Oba oluşturmadan önce vadide buldukları uygun bir alan üzerinde hayvanları üç gece konaklatıyorlar. Bu sürede hayvanlarda bir huzursuzluk olup olmadığı gözleniyor.
Hayvanlar rahat ve huzurlu... Oba burada kurulabilir kararı veriliyor.
Topraktan öğrenenlerin yaptıkları bir uygulama bu.
Çadırların kazıklanması sırasında açılan çukurlardan çıkan taşları gören Hacı Abdullah, dedemin de içinde bulunduğu obanın gençlerine “durun” der. “Neden” diye sorulunca, “Buranın sahibi var, biz buraya oba kuramayız.” der. Gençler şaşkın, “Ne sahibi… Burada kimse yok ki” derler. Obabeyi eline aldığı taşları göstererek, “Bu taşlar sizlere bir şey söylemiyor mu?” der. Gençler suskun, ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Obabeyi “Buranın asıl sahibi deredir. Elimdeki çakıl taşları da bunun delilidir. Bugün dere buradan akmıyor olabilir yarın ne olacağını kimse bilemez.”
Çevreyi gözleriyle tarayan Hacı Abdullah bir süre sessiz kalır ve derenin karşı yakasında, Salur tarafında, bugün Gökburun olarak bilinen yüksekçe bir yeri işaret eder ve “obayı oraya taşıyoruz.” der. Yükler Gökburun’a taşınır, çadırlar dikilir, ağıllar çevrilir, zahmetli bir uğraştan sonra kışlak yaşamı başlar.
Kış gelmiştir, yağışlar her geçen gün Alakır’ın suyunu yükseltmektedir. Yoğun gök gürültüsüyle karışık bakraçtan boşalırcasına yağan yağmur öyle artar ve dere öyle yükselir ki, oba kuracakları ilk yer tamamen suların altında kalır, taşkın ne var ne yok her şeyi önüne katıp, denize doğru sürükler.
Gökburun’dan Alakır deresinin uğuldayarak akan öfkesini izleyen Hacı Abdullah, etrafına toplanan, hayretler içinde vahşi taşkını izleyen gençlere bir şey söylemez.
Hayatları doğa ile iç içe olan göçerlerin yaşamı doğadan öğrenmeleri bu olsa gerek!
Neden... Bugün, geçmişimizin bize kazandırdığı doğayı okuma becerimizi bile kaybettik, dere yataklarında boğuluyoruz?
Neden… Doğayla barışık bir yaşam tercihi varken, doğayı yok ederek kalkınma yolunu seçiyoruz?
Neden havası, suyu, toprağı kirlenmiş bir coğrafyada yaşanılamayacağını göremiyoruz?
Yaşam şartları değişti, insanların büyük çoğunluğu betonlaşan kentlerde yaşıyor, doğayı okuyamıyoruz... Bunu anladık; okuduğunu anlama becerisinde 50 ülke arasından neden ilk 30 ülke arasında değiliz?
Bu sorgulamayı toplum olarak yapmadan, yaşamı ifade eden yeşili korumak ne kadar mümkün?
Mesut Karakoyunlu
Hikâye, "Tanıklık" adlı kitabımdan alıntı