Kozan Dağı'na çıkmakla, öğretmenlik yapacağım şehri ve insanlarını anlamak ve tanımak için olabilecek en verimli mekanı seçmiştim.
Elimdeki kitabı okudukca bunu daha iyi fark ettim.
Kadim tarihiyle ve birçok uygarlığın uğruna savaştığı bu topraklar, coğrafik konumu ve yapısı itibarıyla, Toroslarla Çukurova arasında ne tam dağlı ne de tam ovalı bir karaktere sahipti.
Çıktığım Kozan Kalesi'nden etrafa şöyle araştırmacı gözüyle bakınca, okuduklarım ve gördüklerim birebir örtüşüyordu. Doğasıyla, bitki örtüsüyle, iklimiyle, kendine özgü karekteri olan inanılmaz bir coğrafyada idim. Bu da hayranlığımı bir kat daha arttırıyor, merakımı kamçılıyordu.
Bu coğrafyada, sanki kendimi görüyordum.
Kozan'a ilk ayak bastığımda, tarihi çarşıya doğru yürürken duyduğum, "Sen buraya yabancı değilsin!" hissiyatı, beni aile geçmişime götürdü.
Kökeni konar göçer Karakoyunlu aşiretinden gelen babam tarafından, göçerliği yaşamasam da "dağlı" bir damara sahiptim. Annem tarafından da "ovalı" yönüm baskın geliyordu. Yaşamım boyunca bu iki karşıt karekteri sentezlemeye çalıştım, tıpkı Kozan gibi...
Dağlılar kaya taşı gibi serttir, dayanıklıdır, hatayı affetmez ödünsüzdür, yeri gelir kavga eder yurt bildiği dağlar için... Yoksa nasıl yaşarlardı zorlu dağların acımasızlığında... Törelerine sıkı sıkıya bağlıdırlar, değişmek istemezler, değiştirilmek hiç istemezler, direnirler.
Okuduğum kitaba dayanarak söylüyorum;
Torosların gür sesi Karacaoğlan kadar güçlü bir halk ozanı olan Dadaloğlu, dağlı karakterine verilebilecek en çarpıcı örnektir, diye düşünüyorum.
Dadaloğlu aynı zamanda eylem adamıdır, Osmanlının iskan, vergi ve asker toplama politikasına karşı;
"Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir."
"Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir"
diyecek kadar savaşçı bir yiğittir.
Üzerinde bulunduğum Kozan Dağı, arkasına aldığı dağlı Türkmenleri kanatları altına almış gibi yükseliyordu Toroslarla Çukurova arsında..
Kozan Kalesi, Osmanlının, " dağları terk edecek, ovada iskan olacaksınız" dayatmasına karşı, sanki, son direniş noktası olarak, direnişi sembolize eden görkemli bir duruşa sahipti.
Dağlılar, Osmanlı'nın Fıkra-i İslahiye birlikleri karşısında yenilgiye uğrayınca, Dadaloğlu;
"Derviş Paşa yaktı, yıktı elleri
Soldu bütün yurdumuzun gülleri diyerek" üzüntüsünü dile getirir.
Ne varki Kozan artık dağlı değildir ama ovalı da olmamıştır, ikisinin buluşup, barıştığı yer olarak kalmıştır.
Bunlar benim el kitabına dayanarak ve Kozan dağından gözlemleyerek yüzeysel izlenimlerimi içeren nacizane değelendirmeler.
Öyle sanıyorum ki; derinlikli, çok katmanlı, kadim bir tarihe sahip olan Kozan, Çukurova kültür külliyesi içinde hak ettiği yeri almış, kütüphanelerde meraklılarını bekliyordur.
Bu külliyat değilmi ki; Çukuova'da entellektüel birikimi yüksek, yurt ve dünya çapında düşün ve sanat insanlarınının yetişmesine kaynaklık etmiştir.
Yoğunlaştığım bu düşüncelerin kafamdaki yorgunluğunu hissedince, gözümü ta uzaklara, Toroslara yönelttim. Muhteşem manzarayı oluşturan coğrayanın, tepelik yapısı insana huzur veren bir duygu yaşatıyordu.
Rahatladığımı hissettim.
Bu arada, ikindi ezanı okunmaya başladı. Müezzinin sesi kale duvarlarına çarparak yankı yapar gibiydi. Belki değildi ama bana öyle geldi.
Benim için dağdan aşağı inme vakti gelmişti. İnişim çıkışım gibi zor olmayacaktı, Ağustos sıcağı biraz kırılmış, dağı yalayan tatlı bir esinti, vücudum rahatlatıyordu.
Aşağıya inip, yukar doğru baktığımda, Kozan dağı, gözüme, doğa ve tarihin ortak eseri olan bir heykel gibi görünüyordu; belinde kirmanı, omzunda tüfeği, elinde sazı onurlu ve dik duruşuyla...
Tarihi ismi SİS olan böyle kadim bir şehirde öğretmenlik yapacaktım.
Burada yaşayan halkla, derslerine girdiğim öğrencilerle ve birlikte çalışacağım öğretmen arkadaşlarla elbette farklılıklarımız ve karşıtlıklarımız olacaktı. Ama ortak yönlerimiz daha çok olacaktı, buna inanıyordum. Bunun yaratacağı dayanışma ve paylaşım, Kozan'daki ilişkilerimi olumlu etkileyecektir, diye düşündüm.
Akşam yaklaşıyordu. Kozanla ilgili kitabı, emanet aldığım lokantanın önüne gelmiştim. İçeri girdim, emaneti teslim ettim, acıkan karnımı doyurmak için Kozan usulü bir kebap siparişi verdim, garson söylemeden "Bir de şalgam suyu" dedim. Bu sipariş, düşünülmüş bir istek değildi, dilimden dökülüverdi. Damağım beynime, beynimde dilime komut vermiş gibi...Şalgam suyuna alışıyormuydum ne!?
Yemeğimi yiyip dışarı çıktığımda, ilk içtiğimde yadırgadığım şalgam suyunun diş etlerimde yarattığı kamaşma va haz, damağımın şalgam suyuyla dost olacağını gösteriyordu.
Otele gittim, bir duş alıp yatağa uzandım.
Kozan dağında tek başıma geçirdiğim günün değerlendirmesini yaparken kendimi inzivaya çekilip tek bir fikir üzerine yoğunlaşan derviş gibi hissettim. Bu hissiyatla uyumuşum.
Kalktığımdaki heyecanım tarifsizdi.
Kozan lisesinde göreve başlayacağım günün tarihi idi, o gün takvimin göserdiği 26 Ağustos 1973...
Hayatımın önemli bir kilometre taşına ulaşmak üzereydim.
Sinek kaydı tıraşımı oldum. Bıraktığımda bir daha hiç kesmediğim bıyıklarım yoktu daha... Uygun ve kendimce güzel bulduğum kıyafetlerimi giydim. Aynaya baktım, "Tamam! İlk izlenim için yeterli!" dedim içimden... Aşağıya indim. Kahvaltımı yaptım.
Kendimden emin adımlarla, Saimbeyli Caddesi üzerinde bulunan görev yerim Kozan Lisesine doğru yürümeye başladım.
Not: Kozan anılarımdan bir kesit...
Mesut Karakoyunlu