Farklı bir bakış açısıyla, alışılmışın dışında bir yaklaşımla ele aldığım bir deneme yazısı...ilgi duyanların dikkatine..M.K.
Ulusal Kurtuluş Mücadelesi; çağının ruhunu yakalayan Mustafa Kemal ve bir avuç seçkin askerin hareketi olarak başladı.
Başlatılan milli mücadele, tarihsel olarak milliyetçilik ideolojisi üzerine inşa edilmişti.
Ne var ki, Ulusal Kurtuluş Hareketinin başladığı dönemde, Anadolu’da, Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı ve Çerkez ile insanlar, toprağa dayalı din toplumu kültürüne sahipti. Yani Anadolu’da hakim ideoloji dindi. Henüz “ulusal pazar” oluşmamış, “vatan” bilinci gelişmemişti.
Vatan, insanların sürdüğü, ekip biçtiği ve karnını doyurduğu topraktan ibaretti.
Bu nedenle, bir anlam veremediği milli mücadeleye, başlangıçta katılmaya o kadar istekli değildi.
Çünkü; geleneğinde milli mücadele yoktu , din adına kafirlerle savaş vardı.
Diğer bir neden ise; Yemen’den Çanakkale’ye yıllarca cephelerde kayıplar vermiş, savaşmaktan yorulmuş, sakat kalmış, tükenmiş, artık kendi toprağında yaşamak, soyunu devam ettirmek isteyen insanların bıkkınlığı…
Bu yüzden milli mücadelenin önderliği, cepheye asker göndermek ve gönderdiği askeri cephede tutmada zorlanıyordu.
İstiklal Mahkemeleri başta olmak üzere, geliştirilen yöntemler ve verilen idam cezaları cephede zorla da olsa askeri tutuyordu ama bu tedbirin yarattığı tepkiler ve kırgınlıklar, halkla önderliğin arasını açıyor, zulüm algısını güçleniyordu.
Ne zaman ki, başka bir dinden olan düşman, ekip biçtiği, karnını doyurduğu topraklara yaklaştı; İşte o zaman Anadolu insanı , vatanı saydığı toprağı için savaşmak üzere cephede yerini aldı.
Bunların dışında birçok faktörün rol aldığı Ulusal Kurtuluş, Mustafa Kemal’in önderliğinde böylece zafere ulaştı. Bu büyük başarının güçlü motivasyonuyla Cumhuriyet Kuruldu.
Cumhuriyeti kuran irade, bugün olduğu gibi.. ülkeyi gerici bir anlayışla dönüştürmek için oluşmuş, çıkar birliğine dayalı bir hareketi değil, ileri hedefleri ülkü edinmiş toplumcu bir hareketi temsil ediyordu.
Bu meşruluk, tarihin gerisinde kalmış, çağdaşlaşma yönünde bir talep oluşturamayan bir toplumda, genç Cumhuriyete karşı direnç geliştiriyordu.
Ulusal sermayenin olmadığı, dolayısıyla moderniteyi içselleştirememiş bir toplumda ulus devlete dayalı bir Cumhuriyet kurmak, devrimler yapmak, doğal olarak doku uyuşmazlığı sorununu beraberinde getirdi.
Çünkü Cumhuriyet; tabandan tavana oluşan talebin dayatmasıyla değil, üst yapıda gelişen ve tabana bir şekilde dayatılarak kabul ettirilen tarihsel bir gelişmeydi.
Halkın katılımıyla gerçekleşmeyen bir rejimi ve ilkelerini, halka kolayca benimsetmek işin doğasına tersti.
Bu nedenle Cumhuriyetçilerin önünde, yeni ulus devlet düzenini tabana yaymak adına , otoriterleşme dışında bir seçenek yok gibiydi.
Doğası gereği; insanı değil, devleti öne çıkaran bir anlayışla bürokratik ve askeri baskıya dönüşen otoriterleşme, devleti yöneten Cumhuriyet Halk Partisi’ni, nüfusun büyük bir çoğunluğuyla karşı karşıya getirdi.
1930’da Atatürk tarafından kurdurulan ve aynı yıl kapanmak zorunda kalan Serbest Cumhuriyet Fırkasının Anadolu’da müthiş bir ilgiyle karşılanması, halkın devlet partisi CHP’ye duyduğu söz konusu tepkinin önemli bir göstergesi olmuştu.
Otorite karşısında sessiz kalan, yeraltında gerici ittifaklarla, Cumhuriyet karşıtı yapıların etkisi altına sokulan köylülüğü Cumhuriyetle barıştırmak her geçen gün zorlaşıyordu.
Bu tabloyu iyi okuyan dönemin İlk Öğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüsü Projesini Cumhuriyetin gündemine taşıdı.
Bu projenin açık ve kapalı iki amacı vardı.
Birincisi; nüfusunun % 85’i kırsalda yaşayan halkı; köyden alıp, eğitip yetiştirdiği kendi çocukları aracılığıyla Cumhuriyetle barıştırmaktı.
İkincisi ise; uzun vadede, tek partili otoriter Cumhuriyeti tabandan oluşturulacak bir irade ile demokratikleştirmek...
Halkı Cumhuriyetle barıştırma ihtiyacı, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün projeye destek olmasını sağladı. Bu destek üzerine Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Enstitü çalışmalarını hızlandırdı.
Projenin fikir babası İsmail H. Tonguç’un özverili çalışmalarıyla da 17 Nisan 1940 yılında ise okullar, yurdun farklı bölgelerinde bir bir açılmaya başladı.
Yoktan var edilen okullar ve bu okullarda iş içerisinde yürütülen eğitim ve öğretimin sağladığı inanılmaz başarı, köy çocuklarının kendilerine olan güvenini arttırdı, Cumhuriyete olan inancını pekiştirdi.
Bu arada bazı kesimlerce eleştiri konusu yapılan, öğrenci kıyafetlerinin tek tip olması, tekçi anlayışın bir dayatması değil, yokluğun bir sonucuydu.
Çünkü Köy Enstitülerindeki eğitimde tekçilik değil; özgürlükçü, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı ve insan odaklı demokratik bir anlayış hakimdi.
Bu yüzden yöneticisinden öğretmenine, öğrencisinden çalışanına herkesin kendisini ifade ve söz hakkı vardı. Her hafta yapılan değerlendirme toplantılarında, özgürce düşünceler açıklanır, eksiklik ve yanlışlıklar eleştirilir, yanlış yapanlar öz eleştirilerini verir, öneriler sunulur ve kararlar ortak alınırdı.
Bu durum, bugünün üniversitelerinde bile görülmeyen bir demokrasi anlayışını temsil ediyordu.
Demokratik bir ruh, mesleki bilgi ve iş disipliniyle donatılmış binlerce genç; sağlıkçı, ziraatçı, eğitmen ve öğretmen olarak yetiştirildiler. Yurdun dört bir köşesinde; köy ve kasabalarda görev alarak, vatan millet hamasetinin ötesinde , insana değer veren, onu kul değil birey olarak gören bir anlayışla hizmet ürettiler.
Bu yaklaşım, halkta karşılık bulmaya başladı. Dayanışmacı ve paylaşımcı yaklaşım, toplumun kendisini yeniden üretmesine katkı sağlıyordu.
Kurulan kooperatifler aracılığıyla demokrasi ve katılımcılık hayatın pratiğinde hissedilir olmaya başlamıştı.
Halk adına ortaya çıkan güzel gelişmeden rahatsızlık duyan, kırsal kesim insanının desteğini kaybedeceğini gören gerici, feodal, Cumhuriyet karşıtı güçler, Köy Enstitülerini 1946 yılından itibaren karalamaya başladılar. Artan baskılar karşısında, dönemin Tek Parti lideri İsmet İnönü, dengeleri ve yapıyı koruma refleksiyle ödünler vererek Köy Enstitülerinin kapatılmasının önünü açtı.
M.Kemal Atatürk'ün, Cumhuriyeti; katılımcı, özgürlükçü, eşitlikçi, dayanışmacı ve insan odaklı bir anlayışla demokratikleştirme hayali, 1930’lu yıllarda İsmail Hakkı Tonguç tarafından projelendirilmiş, 17 Nisan 1940 yılında hayata geçirilmişti.
Ne var ki; gerici baskıların artmasıyla 1946 yılında verilen sarı öküz, 1950'de iktidara gelen Demokrat parti döneminde, Türkiye'de, demokratikleşme pratiğini inşa edecek insan kaynağını üreten Köy Enstitülerinin kapatılmasın önünü açtı.
Ardından kuruluş hedeflerininin dışına çıkılarak Cumhuriyeti'n değerlerini bir bir yok eden süreç başlatıldı.
Ülkemizin tek adam rejimine evrilmesinin nedenlerinin başında, Köy Enstitüleriyle ilgili verilen ödün geliyor yaklaşımı benim de katıldığım bir tez...
O günün şartlarında İsmet İnönü'nün baskılar karşısında direnme şansı var mıydı?, bunu bilmiyorum. Mustafa Kemal Atatürk sağ olsaydı, sarı öküzü kaptırmazdı, bunu çok iyi biliyorum.
Verilen ilk ödünden bu yana sürekli mevzi kaybeden Cumhuriyet, tam demokratikleşemeden tek adam rejiminin pençesine düştü.
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti, sekteye uğratılan çoğulcu, katılımcı, eşitlikçi ve özgürlükçü demokrasi
talebini 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerindeki tercihi ile solan umudu yeşerterek tekrar canlandıracak bir ivmeyi yakalamış görünüyor.
Mesut Karakoyunlu